Festivaller, Seyahat Notları

Almanya’ya Gelipte Oktoberfest Festivaline Katılmamak Olmazdı

Oktoberfest’e dair tek bildiğim binlerce sarhoşun koca koca bardaklarda bira içip Alman sosisi yediğiydi. Zihnimde işte böyle bir şey canlanıyordu. O yüzden, birlikte Almanya turuna çıktığım arkadaşım büyük bir hevesle Oktoberfest’e gitmemiz gerektiğini söylediğinde suratımı ekşittim.

Yanılmışım. Oktoberfest’e önyargılı yaklaşmakla ne büyük hata ettiğimi, ancak oraya oflaya puflaya gidip de hayatımdaki en eğlenceli günlerden birini geçirdiğimde anladım. Meğer ben festivalle ilgili aslında pek de bir şey bilmiyormuşumMesela oraya gitmemek için “ama daha henüz eylül!” diyerek çırpındığımda, yalan yanlış bilgilerimden biriyle yüzleştim: Oktoberfest, Almancada her ne kadar “ekim festivali” demekse de festival aslında eylülün son haftası başlayıp ekimin ilk haftasına kadar devam ediyormuş.Biz Münih’e doğru yol alırken eylülün son haftasıydı.

Oktoberfest’in tamamen bir turist saçmalığı olduğunu sanıyordum. Oysa bu festivale hem Münih’ten ve Münih çevresinden, hem de Almanya’nın her noktasından birçok Alman katılıyormuş. Her yıl hem Almanya’dan, hem de dünyanın dört bir yanından altı milyon insanın katıldığı Oktoberfest, dünyanın en büyük festivali. Üstelik iki yüzyıl öncesine dayanan oldukça köklü bir geçmişi var.

Dönemin Bavyera Kralı Maximilian Joseph tarafından, 1810’da at yarışları olarak başlatılan festival için Olimpiyat Oyunları aslında bir örnek teşkil etmiş. Kral, bir Antik Yunan hayranıymış ve Münih’te de Atina’daki gibi bir coşkunun yaşanmasını istemiş. Bunda da başarılı olmuş, festivale olan ilgi her sene artarak devam etmiş. İlk zamanlar bir takım yerel sporlar ve at yarışları yapılırken, zamanla festival bu spor ruhunu yitirmiş. Ama coşkuyu yitirmemiş, tam aksine daha da artırmış.

Münih’e vardığımızda festival çoktan başlamıştı. Festivalin açılış gösterisini kaçırdık. Otelde tanıştığımız ve her iki senede bir festivale geldiklerini söyleyerek beni şaşırtan İtalyan turistler, bize açılışta çektikleri fotoğrafları gösterdiler. Eski kent merkezinde bir sürü yük faytonu toplanmış. Herkes yerel kıyafetler içindeymiş ve bu kalabalık yerel müzikler eşliğinde Marienplatz’a, yani festival alanına gidiyormuş. Festival için toplanan bütün bu kalabalık, festivalin başındaki adam olan “Biermeister”, yani bira efendisi ya da bira ustası tarafından açılacak ilk fıçıyı beklemek zorundaymış. Ancak bu seremoniden sonra insanlar bira içebiliyormuş. Fotoğraflarda gördüklerimizin ve anlatılanların özetini bu şekilde yapabilirim sanıyorum.

Bu arada otelde tanıştığımız bu Oktoberfest hayranı İtalyanlar, çadırlar için rezervasyon yapmamızı söylediler. Bira içebilmemiz için çadırlardaki banklardan birinde oturmamız gerekiyormuş. Eğer banklarda yer yoksa çadıra girilemiyormuş. Bazen kapıdaki görevliye rüşvet vermek içeriye girmek için işe yarasa da, içeride oturacak yer bulmayınca bu beyhude bir çaba oluyormuş. Çünkü ayakta duranlara bira servisi yapılmıyormuş. O yüzden biz de rezervasyon yaparak festivale gittik. Çok da iyi yaptık, çünkü her bir çadırda neredeyse 6000 insan vardı ve rezervasyonu olmayanlar içeri alınmıyordu. Sahi siz hiç 6000 kişiyle aynı masada içip eğlendiniz mi?

Festival alanına girdiğinizde sizi, elinde tuttuğu meşe dallarından bir taçla kocaman bir Bavaria anıtı selamlıyor olacak. Bavaria, Bavyera’yı simgeleyen bir kadın. Genelde yanında bir aslanla resmediliyor. Nitekim festival alanındaki bu devasa anıtta da bir kadın ve bir aslan vardı. Anıt bu noktaya 1850 yılında, festivale olan ilgi artınca dikilmiş.

Festivalde Münih’te imal edilen sadece altı bira imalatçısının biraları içilebiliyor. Nitekim günümüzde bu imalatçılar, festivalin sponsorları… Biralar festival için özel olarak üretiliyor ve alkol oranı normalden daha fazla. O yüzden benim yaptığım gibi hızlıca içip, hızlıca başka bir âleme geçmemeye özen gösterin. Çok içip erken pes ederseniz, günün ilerleyen saatlerindeki eğlenceyi kaçırmış olursunuz.

Bu biralar bir litrelik, tabiri caizse böyle “kafam kadar” bardaklarda servis ediliyor. Ben birini bile kaldırmakta zorlanırken, yerel kıyafetler içindeki garsonların bir seferde yaklaşık on tanesini birden taşımasını hayretle karşılamıştım. Bu arada bu garsonların önüne geçeyim demeyin sakın! Çok sinirleniyorlar ve hatta sizi itecek kadar kabalaşabiliyorlar.

Bu yerel kıyafetler de çok ilginç. Erkeklerin giydiklerine “lederhose”, kadınlarınkine de “dindl” deniliyor. Üstelik sadece garsonlar değil, festivale gelen sayısız insan da bunları giyebiliyor.

Biz festival alanındaki en ünlü çadıra, yani Hippodrom’a gittik. Hareketli yerel şarkılar çadırı… Festival alanında 15 tane çadır bulunuyor ve hepsinin de kendine has bir karakteri var. Mesela bazı çadırlarda pop müzik tercih edilmişti. Bence Oktoberfest’e gitmişken, yerel Alman müzikleriyle eğlenmek daha doğru.

Hippodrom, aslında diğer çadırlara oranla daha küçük. Küçük dediysem, yine de zihninizde küçük bir şey canlanmasın; nitekim binlerce insan vardı içeride. Zaman zaman Almanya’nın ünlü simaları da burada görülüyormuş. Özetle, herkes herkesle tanışıp konuşma eğilimi içinde. Benim gibi çekingen biri bile bir müddet sonra tanımadığı insanlarla konuşabildiyse, festival ruhunun insanı ne kadar etkilediğini siz düşünün artık.

Günün erken saatlerinden itibaren sarhoşlarla karşılaşmak mümkün oluyor. O yüzden sürekli çalan şarkılara eşlik etme, kalkıp masalarda dans etme durumu söz konusu. Ama özellikle akşamları, özellikle müzikler çalmaya başladığında ortam iyice keyifli hale geliyor.

Bu arada Oktoberfest sadece bira içilen bir yer değilmiş; bu da oraya gittiğimde öğrendiğim şeylerden biriydi. Bu festival için sanırım devasa bir panayır alanı demek daha doğru olacak. Mesela festival alanının bir köşesinde 48 metre boyunda kocaman bir dönme dolap var. Bir ara bira içmeye ara verip, bizim şu İtalyanlara yerlerimize göz kulak olmalarını tembihledik ve dönme dolaba koştuk. Hafif sarhoş bir kafayla dönme dolaba bindiniz mi hiç? Bir yandan nedendir bilinmez, sürekli kahkaha attığımı, öte yandan da festival alanının ışıklarına hayran hayran bakakaldığımı hatırlıyorum.

Çadırımıza geri döndüğümüzde ben adeta biraya susamıştım. Bir litrelik biraları “yavaş yavaş” içerken, insanların masaların üstüne çıkıp dans etmeleri ya da binlerce insanın tek bir ağızdan şarkı söylemesi beni de ister istemez eğlendiriyordu. Bu biralar, bugüne kadar içtiklerimin en iyisiydi ve böyle bir kalabalığı hayatım boyunca hiç görmemiştim.

Arkadaşım bizimle birlikte gelen İtalyanlarla koyu bir sohbete dalmıştı. Bir ara, hiç anlamamama rağmen kalabalığın söylediği şarkılara mırıldanarak katılmaya çabaladığımı görünce, gözlerini kocaman açarak “Aman Allah’ım, sen gerçekten eğleniyorsun!” dedi.

“Evet, hem de çok eğleniyorum!” diye karşılık verdim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.